kola şişesi kapaklarının üzerinde kocaman “open by hand” yazıyor. enteresan, hiç bu açıdan düşünmemiştim.

sabahın altısında yangı alarmı çalmaya başladı. kesin biri yemeği ocakta unuttu diye geçirdim içimden. neyse, millet uyku sersemi ne olduğunu anlamaya çalışırken, görevlilerin bağırışlarını duyuyorum. aceleyle montu sırtıma geçirip çıkıyorum dışarı, ama “ulan yangı varsa duman nerede” diye söyleniyorum aynı zamanda.
dışarı pek bir soğuk, hatta ayaz diyebilirim. bir anda dışarı çıkınca tabi soğuk daha bir içine işliyor insanın. millet don atlet dışarı atmış kendin haliyle. Ortalıkta hala duman falan yok tabi. herkesi dışarı çıkardıktan sonra elemanın biri eline megafonu alıp, “beyler-bayanlar bu bir tatbikattı; hani gerçeği olursa şapa oturmayalım diye yaptık” deyince olay anlaşıldı. ama bre insan evladı, tatbikat yapacaksan bu saat, bu hava mı seçilir! bir de utanmadan “içinizde montsuz, donla çıkmış arkadaşlar görüyorum. yapmayın böyle…” diyor ingiliz dallaması. kimseden de aaa, ööö gibi homurtular çıkmaması enteresan. bizde olsa bilmiyorum farklı tepkiler olabilirdi sanırım ;)
netice olarak tatbikattan çıkardığım ders; bir yangın alarmı duyarsam binanın kapısından değil de odanın camından çıkmamın daha mantıklı olacağıdır. bi de pasaportu asla içeride bırakmamam gerektiği… hala düşündüğüm nokta ise sabahın altısında yangın alarmından 1 dakika kadar önce niye aniden uyandığım. garip

sabah kalkıp kahvaltı yapmak için mutfağa gittiğimde bir sincapla karşılaşacağımı söyleselerdi 2 ay önce, pek inanmazdım doğrusu. buraların mahalli hayvanı olmuş bunlar; bizdeki kedi-köpek misali…
yurdun mutfağı bahçeye sıfır, pencere de geceden açık kalınca dalıvermiş içeri yiyecek bulmak umuduyla. tabi bizim de doğru düzgün bir şeyler yemediğimizi bilememiş anlaşılan ;) şöyle adam gibi bi sebze yemeği olsa, ya da sıcak bi çorba. yemek kitabındaki resimlere bakıp gözümü doyuruyorum anca.

türkiye-isviçre müsabakaları acayip eğlenceliydi aslında; tabi dayak yiyen bi kaç futbolcunun dışında… hala salak salak milliyetçilik yapıp durduğumuz gerçeğini gördüm. yıllar geçse de pek bir şey değişmiyor anlaşılan. küçükken annemizin-babamızın ya da öğretmenimizin karşısında kendinimizi savunurken kullandığımız argümanların eşek kadar olmuş adamlar tarafından hala kullanıldığını görmek mesela; “önce o vurdu, önce o başlattı”.

sanki eskiden her sene dünya kupasına katılıyorduk da şimdi dizlerimizi dövüyoruz almanya’ya gidemiyoruz diye. ulan 70 senelik dünya kupası tarihinde 50 sene arayla 2 kere gitmişsin… nedir yani? işte bünye böyle bir şey; bir şeyin tadını aldı mı sanki öbür boyu onsuz olamazmş gibi hissediyor.

mutluyum, yazın rahat rahat maç izleyeceğim için…

akademik makaleler ve kitaplar arasında beyin fokurdaması geçirirken insanın kendini rahatlatabilmesinin güzel yollarından biri de şöyle iyi bir roman bulup okumaktır. ingiltere’ye gelirken aldığım 2 adet alper canıgüz romanının bu klasmanda yer almayı hakkettiğini söyleyebilir. klasman yapma artisliğine girerek tabi ;)
“oğullar ve rencide ruhlar” ile “tatlı rüyalar”, bahsettiğim kitaplar. tatlı rüyaların da resmini koyacaktım ama html kodlarının içinden çıkamadım, söz geçiremedim bi türlü. ilk kitabı daha çok sevdim diyebilirim. 5 yaşındaki alper kamu’nun hayatının kısa bir sürecine tanıklık ediyoruz; edebiyatın tadına vararak elbette…

ideefixe’de sanal kitap fuarı varmış şu sıralar, hazır indirimler varken alıverin derim netice olarak.

Previous Older Entries